اندرز
*
وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ
وَقَالَ رَسُولُ صلَّى الله عَلَيهِ وَسَلَّم
فَوَالله لان يهدِىَ الله بك رجُلاً واحِداً خَيرٌ لك مِن حُمر النِّعَمِ
&
Muhterem Müminler!
Beşerin nüvesi olan Hz. Âdem’la başlayan insanlık tarihi, iki çeşit dâ’vete sahne olmuştur. Birisi Hakk’a, diğeri ise batıl’a da’vet.
Tarihî seyr içinde insan, her iki da’vete de yönelmiştir. Hakk’ın dâ’vetine yönelen insan, Tevhîd cennetinin îman, aşk, şefkat, fazîlet, nur, huzur ve saadet bahşeden Tûba ağacının “kemâl” meyvelerinden nasibini almıştır.
Batıl’ın da’vetine yönelen insan ise, zulüm cehenneminin ihtiras, şehvet, yalan, hîle, sahtekârlık, dolandırıcılık ve putperestlik sunan zekkum ağacının zehirli dikenleriyle zıkkımlanmış ve sonunda kıvrılıp gitmiştir.
İnsan hayatına, seher vaktinin tazeliğini ve bülbül neş’esini sunan Allah Resulü ﷺ’e kadar, gelip geçen bütün nebî ve resuller, Hakk’ın da’vetini yapmışlar, insanları Tevhîd Cennetinin Tûba gölgelerine çağırmışlardır.
İslâm, bu da’vetlerin sonuncusudur. Solmayan, sararmayan, yıpranmayan ve eskimeyen mükemmel bir son. Bütün nebî ve resullerin müşterek da’valarının kendisinde dile geldiği mukaddes ilk ve son.
Ay, güneş, yıldız, su, dağ, taş, devlet, millet, düşünce, sistem, doktrin, sosyalizm, komünizm, emperyalizm, doğu, batı herşey, bu “ilk ve son”un, yani İslâm’ın karşısında sükût edip hürmetle durmaya mecburdur.
İşte, bu “ilk ve son” da’vayı, yani “Allah indinde Hak din olan İslâm’ı” İslâm idealini, İslâm nizamını, kendisine yakışır bir vakârla, zamanın bataklığına ölü gibi saplanıp kalmış insanlığı, İslâm’ın Hak nefesiyle diriltecek, kurtaracak mü’min, İslâm da’vetcisidir.
Aziz Müminler!
Zehirleyici, öldürücü, kahredici buhranlara, bunalımlara gebe olan ihtiyar dünya, bu da’vetçiye muhtaçtır. Onun varlığına susamış, onun gelmesini hasretle beklemektedir.
Bir sarkaç gibi sallanmakta olan İsâm âlemi de bu da’vetciye, İslâm da’vetcisine muhtaçtır.
Ye – ye müziği ile rahatsız edilen türbeler, diskotek, kulüp ve sarhoş naralarıyla çınlayan, kurşunları dökülen kubbeler, kuruyan sebiller, minarelerinde sönen kandiller, şehvet yatağı haline gelmiş sahiller, hayasızlık pazarına dönmüş kaldırımlar, babasının yanında içki, sigara çeken gençler, oğluyla kadeh tokuşturan babalar, moda uğruna iffetini katleden kızlar, kızına güzel örnek olamayan anneler yine bu da’vetçiye hasrettir.
Aziz Müminler!
O halde da’vet nedir, da’vetçi kimdir?
Da’vet, Allah’ın ebediyyet yolu; da’vetçi, o yolun Hak yolcusudur.
Da’vet, ilk ve son dâvâ, da’vetci, Muhammedî da’vetin rahmet ve şifa unsurudur.
Da’vet, müminin kalbindeki gerçek; da’vetci, onu dış dünyaya çıkaran enerjidir.
Da’vet, müslümanın hayat doktrini; da’vetci, bu doktrinin icra organıdır.
Da’vet, Kur’an semasında parlayan güneş; da’vetci, onun önündeki zulmet bulutlarını açan anahtardır.
Da’vet, uçsuz bucaksız bir derya-ı vahdet; da’vetçi, insanları ona sürükleyen îman nehridir.
Da’vet, ilâhî aşk volkanı; da’vetci, kötülükleri silmek için onu patlatan aksiyondur.
Da’vet, beşer ufkuna Kudret eliyle atılan tohum; da’vetci, onu çatlatıp filizlendiren harekettir.
Da’vet, Hakk’ın adalet nizamı; da’vetçi o adaletle haksızlıkları eritip, beşerin kalbinde doğruluk ve mânâ fidanını diken bahçıvandır.
Da’vet, Tevhîdin rahmet kürsüsü; da’vetci, insanı bütün varlığı ve benliği ile ona oturtan, onu madde ve şehvet uçurumlarından kurtaracak olan İslâm nizamını tedris ettiren müderristir.
Da’vet, gerçek müminin nur ampulü; da’vetci, onunla madde duvarlarını yıkıp, mağfiret deryasını açan Asâdır.
Öz olarak ifade edersek:
Da’vet Allah-u Azîmüşşan’dan Hz. Resulûllah ﷺ’e, Cebrail’la Cebel-i Nur’da inmeye başlayan Vahiy; da’vetci, bu vahyin silinmez izini, kısılmaz sesini ve tükenmez hazinesini, insanın kalbine, fikrine ve bütün hayatına nokta nokta, tel tel, ilmik ilmik nakşedecek “el” dir.
Müminler!
Görülüyor ki, dâ’vâ büyük, da’vet ulvî ve çetindir. Da’vetci ise mübarek neşter. İslâm’a da’vet vazîfesini üzerine almış da’vetciler ve bu da’vetin, müslüman olmak dolayısı ile aslî üyesi olan bütün müminler, yollarında birçok sıkıntılara, güçlüklere ve hatta eziyet ve işkencelere mâruz kalacaklardır. Tarih boyunca bu böyledir, böyle olmuştur.
Hz. İbrahim kavmini Allah’a çağırdığı, hakkı, gerçeği gösterdiği için ateşe atılmamış mıdır?
Hz. Musa, kavmini sapıklıktan kurtarma, onları doğruya, güzele sevketmek istediği için boğulmak istenmemiş midir?
Hz. Resulullah ﷺ insanları, hakka, adalete, dünya ve âhiret saadetine da’vet ettiği için ölümle tehdid edilmemiş midir?
Fakat, ne ateş Hz. İbrahim’ı yakmış, ne deniz Hz. Musa’ı boğmuş ve ne de Hz. Peygamberimiz öldürülebilmiştir. Zîra, kökü Hak’ka dayanan azîm, temelinde îman yatan da’va ve da’vetci, maddî kuvvetlerin maddî silâllarıyle kırılamaz. Zedelenir ama öldürülemez, yok edilemez. Günün birinde bütün haşmetiyle dimdik olur.
O halde Müminler!
Bütün güçlük ve engellere rağmen, İslâm’a da’vet vazîfesini yapmak zorundayız. Kalpleri, kasaları ve keseleri açarak İslâm da’vetçilerine yardımcı olmak mecburiyyetindeyiz. Zîra bizim ve topyekûn insanlığın kurtuluşu buna bağlıdır. Aksi takdirde, zelîl bir ölümün kucağına doğru yuvarlanıyoruz demektir.
Evet, birer mümin olarak İslam’a da’vet, kaçınılmaz vazîfemizdir. Bu vazîfeyi yaparken, zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı, nefret ettirici değil, müjdeleyici, korkutucu değil, sevdirici, öfkeli ve kibirli değil, sabırlı ve alçak gönüllü olmalıyız. İnsanlardan uzaklaşmayıp, onlara yaklaşmalıyız. Onları kaybetmeyip kazanmalıyız. Yaşayışımızla da başkalarına şefkat fazîlet, merhamet ve dürüstlük örneği olmalıyız. Bilmeliyiz ki, bu bizim için hem vazîfe ve hem de en büyük hayırdır. Zîra, Allah Resulü ﷺ okuduğum hadîs-i şerîfte şöyle buyururlar:
“Allah’a yemin ederim ki, Cenab-ı Hakk’ın senin vasıtanla bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için kırmızı develerden (yani en kıymetli şeylerden) daha hayırlıdır”.
Son hüküm Yuce Allahımız’ın:
“(İnsanları) Allah’a da’vet ve (kendisi de) iyi amel (ve hareket) eden ve “ben şüphesiz müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?”